Psikanaliz: Frank Underwood
House of Cards’ın tanıttığı Frank Underwood’un sahip olduğu güç arzusu ve bu arzuyu doyurmak için girdiği dolambaçlı yollar, daha ilk bölümden bizi ekran başına çivilemişti. Frank, Güney Karolina senatörü ve baskın karakterine uygun şekilde majoritywhip yani partinin üyelerinin oylamalarda parti politikasına uygun oy vermesini sağlayacak üye olarak görev yapıyordu. Temsilciler Meclisi’ndeki politik güç oyunlarını ve Frank’in çevresindekileri nasıl manipüle ettiğini izlemek sadece ana karakteri tanımamızı değil, dünya politikası hakkında düşünmemizi de sağlıyordu.
Frank’i tanıdıkça ve dünyayla ilişkisini izledikçe ilk aklıma gelen, “darktriad” oldu. Bu tanım, makyavelist, sosyopatik ve narsisistik özellikleri kendinde barındıran kişiler için kullanılıyor.
Frank’in dizinin başından beri ilk göze çarpan özelliği, yalan söylemek. Kendi ajandasına göre hareket eder ve onu daha güçlü bir pozisyona sokacak herhangi bir durumda avantaj sağlamak için yalan söylemekten kaçınmaz. Gücü elinde tutmak ya da ona ulaşmak için yalandan daha fazlasını da yapar; şantaj yapar, tehdit eder, manipülasyona başvurur. Frank tam bir makyavelisttir. Makyavelizmde amaca giden her yol mübah, bu yolda kullanılan her türlü araç meşrudur. Yalan, şantaj, manipülasyon birer araçtır. Frank benmerkezcidir, çevresindeki insanlar onun için birer piyondur ve oyunu kazanmak için piyonları harcamaktan çekinmez.
İlerleyen bölümlerde Frank makyavelist ayak oyunlarıyla güç kazanır, güç kazandıkça güç istenci artar. Frank’in daha karanlık yönlerini görmeye başlarız. Peter Russo, manipülasyon kıskacından çıkmak üzere olduğu ve Frank’in kirli çamaşırlarını ortaya dökeceği için Frank tarafından intihar süsü verilerek işlenen cinayetin kurbanı olur. Bir süre cinsel yakınlık da yaşadığı gazeteci Zoe Barnes ise Frank’in Russo cinayetiyle ilişkisini çözmeye yaklaştığı için yine Frank tarafından metroda trenin önüne itilerek öldürülür. Frank bu iki cinayetten sonra da en ufak bir vicdan azabı belirtisi göstermez. Artık Frank’in sosyopatik yanı da karşımızdadır. Sosyopati ya da antisosyal kişilik bozukluğu belli karakteristik özelliklerle karşımıza çıkar.
Yasalara uygun toplumsal davranış biçimine ayak uyduramama: Frank’in sadece işlediği cinayetler bile bu kriteri karşılar.
Süreğen yalan söyleme ve insanları haz ya da çıkar için kandırma: Frank’in yalanlarının listesini tutmak bile güç diyebiliriz.
Kendinin ya da başkalarının güvenliği konusunda umursamazlık: Cinayet işlediği düşünülünce bu kriteri de karşıladığı rahatlıkla söylenebilir.
Bir işi sürdürememe ya da mali yükümlülüklerini yerine getirememe şeklinde sürekli bir sorumsuzluk: Evet, Frank başladığı işi sürdürme konusunda çok azimli bir adam ama onun için sorumluluk sahibi diyebilir miyiz? Oturduğu koltuğun gerektirdiklerini yapmak yerine kendi gizli ajandasını izleyen bir başkana, sorumluluk sahibi demek oldukça güç.
Başkasına zarar vermiş ya da kötü davranmış olmasına karşın vicdan azabı çekmeme: Frank neredeyse hiçbir bölümde, cinayet dahi işlemesine karşın vicdan azabına benzer bir duygu sergilemez.
Evet, Frank sosyopattır. Sosyopatların bir özelliği de karanlık iç dünyalarını gizleme konusundaki yetenekleridir. Sıcak bir gülümseme, şık bir takım elbise, güçlü bir tokalaşma, karşısındakine güven verip bu gizli ajandayı gizli tutmaya yardımcı olur.
Frank de sıklıkla, karşısındakine empati yapar gibi yaklaşır, zor durumunu anladığını, ona yardım etmek istediğini düşündürür ancak bu, tamamen rolden ibarettir ve bu rolün oynanmasının nedeni karşıdakinin iyiliği değil, Frank’in kendi çıkarlarıdır.
Frank Underwood’un çocukluk öyküsü konusunda sezonlar boyu parça parça bilgi sahibi oluruz. Alkolik ve ailesine şiddet uygulayan, hayatta başarılı olamamış bir babanın oğludur. Babasına büyük bir öfkesi vardır. Mezarını ziyaret ettiğinde mezar taşına işerken bu öfkeyi ortaya koyar. Babası da ahlaki pusulası zayıf bir adamdır. Kredi çekmek için KuKluxKlan’a üye olmuştur yani menfaat onun için de önemlidir.
Frank, maddi ve manevi yükümlülüklerini yerine getiremediği için babasını zayıf bulur. Ona karşı duygusal bir yakınlık duymaz. 13 yaşındayken babasını ağzına bir tüfek dayalı halde bulur. Babası ondan tetiği çekmesini istediğinde reddeder. En büyük pişmanlıklarından birinin bu olduğunu söyler. Sadece babasına değil, baba imgesine karşı da öfkelidir. 3. sezonda dua etmek için yalnız bırakılmak istediğinde İsa heykelinin yüzüne tükürmesi, baba imgesiyle çatışmasını bize tekrar hatırlatır.
Frank, öfkeli ve saldırgan bir baba ve muhtemelen şiddete maruz kalması nedeniyle depresif bir annenin çocuğu olarak, duygusal yakınlıktan mahrum büyümüş bir adamdır. Erişkinlikte duygusal bağlantı kurmak konusunda yaşadığı eksiklikse bunun bir görünümüdür. Frank’in sevme konusundaki yetersizliği, muhtemelen çocukluğunda kendisine duygusal yatırım yapılmadığı için onun da ebeveynlerine duygusal yatırım yapmamasından, yani ilk ilişkisinin yetersizliğinden kaynaklanır. Tüm yatırımını kendine yapmış ve narsisistik özellikler kazanmıştır. Güç peşinde koşmak, ABD başkanlığı koltuğuna sadece kendini layık görmek, kendi amaçları için başkalarını kullanmak, başkalarının duygu ve ihtiyaçlarını fark etme konusunda isteksizlik, kibirli ve gururlu davranışlar gibi narsisistik kişilik özelliklerinin hepsini dizi boyunca defalarca sergileyen Frank, 4 sezon boyunca sosyopatik özellikleri yanında narsisistik yanlarını da sık sık ortaya koyar.
House of Cards’ın Yeni sezonu, tüm bölümleriyle, Türkiye’de ilk kez 4K yayın kalitesiyle hafta içi her gün 22.00’de Digiturk 400. kanalda yayınlanacak.
Dizide sevdiği düşünülebilecek tek kişi olan eşi Claire de kendisi gibi narsisistik özellikler gösteren soğuk ve yüzeysel bir kadındır. Onları gerçek duygusal yakınlık yaşarken neredeyse hiç görmeyiz, bir araya geldiklerinde geleceğe dair dolambaçlı planlarını bir sigara eşliğinde paylaşan Frank ve Claire’i, eşten ziyade suç ortağı gibi görmek mümkün.
Bizi diziye çeken temel unsurlardan biri de dördüncü duvarın yıkılması. Frank aralarda seyirciye döner, bizi sırdaş pozisyonuna sokar, iç dünyasını ve düşündüklerini anlatır. Kimseye yakınlık beslemeyen Frank’in yakını oluruz. Güçlü pozisyondaki kişinin yakınında olmak, dizinin tüm karanlığı içinde bize bilinçdışı bir güvenlik hissi verir. Gerçek hayatta da bu böyledir. Güçlünün yanında olmak her zaman konforludur.
Politika, dünyanın her yerinde bir güç oyunudur. Neredeyse tüm dünya demokrasiyle yönetiliyor olmasına rağmen kitleler yoğun şekilde manipüle edilir, gerçekler genelde onlardan saklanır. Çoğu insan da gerçeği bilmek istemez zaten, konforlu dünyalarında, güçlünün tarafında olarak yaşamak daha rahat gelir birçok kişiye. House of Cards’ı izlerken, dünya politikasını ne kadar iyi yansıttığı yüzümüze çarpılırken bu konforlu yalanlar aklımızı kurcalar. Doğru nedir, iyi ve kötü nedir, adalet ne demektir diye düşünürüz. Bu düşünceler bizi güçlünün yakınında olmanın konforundan adaletli ve iyi olmanın zorlu yollarına itiyorsa ne mutlu bize. Aksi takdirde çok karanlık bir karakter olan Frank’ten çok da farkımız yok demektir. Desmond Tutu’nun bir sözüyle bitireyim yazımı: “Adaletsizliğin olduğu yerde tarafsız kalıyorsanız, zalimin tarafını seçmişsiniz demektir.”